24 Ocak 2014 Cuma

Myostatin Geni ve Kaslı İnekler

Belçika Mavisi Sığır Türü Sanki Yeni Salondan Gelmiş Duşa Girecek
Evet yine zihnimi kurcalayan bir başka konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Kaslı inekler yani Piedmentosa türü sığırlar, bu türün başlıca popüler olanı Belçika Sığırı olarak biliniyormuş. Akşama kadar geviş getirip Endüstriyel et tesislerinde 2 adım yürümeden durduğu yerde kas yapan bu ineklerde türün bir özelliği olarak myostatin geni baskılıymış bu da hem kaslı hem yağ oranı çok düşük body building hocası görünümlü hayvanlar olmalarını sağlıyormuş aynı zamanda etlerinin kolesterol ve yağ değeri normal yediğimiz kırmızı et'e oranla çok düşükmüş yani beyaz et'e alternatif olarak sağlıklı kırmızı et sloganıyla yeni bir pazara açık bir sığır türü bu. Tabi ülkemizde ne kadar yaygınlaşır orası muamma, çünkü tüm bu özelliklerin yanında süt verimi olarak pek başarılı değilmiş ve bakımı da bir hayli çaba istiyormuş. Montofon sığır gibi tak tüpleri memelerine otlasın dursun gelsin sütler, gelsin hayvanın bebeği için yaptığı doğal maması Tetrapak kutularda bizim türün çocuklarını doyursun değil yani.

Fotoyu örnek olsun diye koydum bildiğin çalışmayla bu çocuğun kaslar
Myostatin'i amatörce açıklamak gerekirse, Bu gen canlıların vücudunda kaslanmayı dengeleyici bir rol oynuyormuş yani myostatin geni baskılanan bir insan kontrolsüzce kaslanabilir damarlı damarlı ortalıkta gezebilir, hatta doğuştan myostatin geni baskılı doğan bir çocuğun mini bodyci görünümüyle bilim insanlarını şaşırttığı ve ilaç endüstrisinin bu geni bir takım kemik ve kas hastalıklarının tedavisi için inceledikleri söyleniyor. Herşey insanlık için yoksa bu geni baskılamayı bir tüpe sığdırıp oturduğunuz yerde istediğiniz kas kütlesini yaparsınız sloganıyla çatır çatır satarız düşüncesinden değil, çok kötü düşünüyorum!

Düşünsenize şimdi böyle hapların satışa çıktığını. Çok yüksek alım gücü istemeyeceğini varsayarsak (zor ya) tüm dünya'da spor salonlarına vücut geliştirmek için zaman ayıran milyonlarca insanın bir anda oturduğu yerde Arnold Şivandanegezer gibi olup çıkacağını, obezliğin bir ayrıcalık halini aldığını düşünün, hap toplumlara öylesine nüfus ediyormuş ki bazı ülkelerde yasaklamalar başlıyormuş Karaborsaya düşüyormuş, viagra ilk patladığında çok kısa bi dönem olmuştu bu hani, herkes kaslı herkes kaslı arkadaş sokaklarda düşünsenize. Adonis artık olağan olmuş 7 yaşındaki çocuğunun myostatinini baskılayıp kaslarıyla gururlanan manyak ebeveynler falan türemiş, "biraz kaslanayım dövme yaptıracağım" diyen binlerce insan sonunda hedeflerine ulaşarak dövmecilerde kuyruk oluşturmuşlar. Vay ki ne vay. 
Bunlar şaka gibi geliyor sana ama olursa hiç şaşırmam bak şimdiden yazıyorum buraya.


Pharrell Williams Dinlemeyen İnsanım Fakat Kendime Hakim Olamıyorum

But I'm not Happy Bebeğim

Pharrell Williams
Diyorsan evet aynı duyguları paylaşıyoruz seninle. Geçen gün denk geldiğim Happy adlı parçası ve klibi o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Bir anda ayağa fırlayıp kaslı bedenimi kendime has figürlerle süsleyerek sokakta ilerlemek isteğiyle dolup taştım. Sonra öğrendim ki bu iş zaten böyleymiş, meğer klipte izlediğimiz görüntülerin hepsi böylesi sahnelerden toplamaymış hatta web sitesi de varmış http://24hoursofhappy.com/ Buraya herkes kendi Happy videosunu atıyor saatine göre sıralanıyor, bence harika bir proje olmuş. Benim gibi old school rockerların mühürlü iç dünyalarında bile bir kıpırdanmaya neden olan melodisini gün boyu web sitesi üzerinden sıkılana kadar dinlemiş bir insanım. Parçanın tüm yenilikçi enerjisini emip sömürüp sıkıldıktan sonra daha az dinlemeye başladım. Bu aralar günde 1-2 doz alarak motivasyonumu buluyorum.




Hukuk Doçentinden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini Anlatmasını İstemek


Belki 7 belki 8 sene evvel*di tam hatırlayamıyorum. Okuduğum bölümle ilgili olarak gittiğim dershane'de Üni.de doçent olduğu için güzel paralar karşılığında vaktini ayırıp dersimize giren Hukuk hocamızdan AİHM'i anlatmasını istemiştim. Anlatmamayı tercih ederek talebimi kulak arkası yapmıştı, başvurabiliyormuyuz hangi konular vs. gibi sorularımı da detaylandırmayınca,  yaptırım gücü varmı diye sormuştum.İşte bu soruyla birlikte bir uyarılma hali geliverdi hocaya, tam bir taraf hissiyle savunmaya geçer gibi hiçbir şey yapamazlar anca ceza çıkartırlar ödemek zorunda değiliz dedi. Sanki kötü birşey AİHM öcü sanki AİHM. AİHM işini elinden almış sanki, iki farklı şehirde hafta sonlarını saatine çok yüksek paralar alarak dershanelerde değerlendirip maaşları katlıyorsun birşey mi dedik. Bak yan sınıfta stajyer felsefeci senin sadece bir hafta sonu piknikten feragat edip kazandığın para için 1 ay çalışıyor AİHM deyince zıplıyormu böyle? 
Sizlerin de  "deneme" yaparak hocanızdan aldığınız geri dönüşümleri gözlemlemenizi istiyorum. Bu hor görme durumu doçentgillerin aralarındaki genel bir davranış mı yoksa bana mı denk geldi, yıllardır kafamı kurcalar durur. Böylece bir istatistik çıkartma şansımız olabilir.

İyi Film İzleyicisinin Oscar Ödüllerini Dikkate Almaması Doğallığı


Evet efendim aynen okunduğu gibi bir durum yıllardır söz konusudur. Nedenler çok ancak AVATAR'a yapılan haksızlıktan sonra bende bu durum ayyuka çıktı. Dikkate almamanın ötesinde Oscar almış filmleri izlememe hatta yok sayma gibi bir refleks geliştirecek kadar ileriye gittim. 
Neytiri

James Cameron'un tüm dehasını konuşturduğu bir film AVATAR, izlemeyen sanıyorum yoktur. Tabi ki çoğunuz aksiyon ve görsel efekt merakıyla ve 3D'nin verdiği albeniyle peşinden gittiniz değil mi? Ancak AVATAR'ın Oscar'dan makyajı güzel görseli güzel özensizliğiyle dışlanmasının tüm zamanların en çok kazanan filmi olması arasındaki ters orantı manidar. Düşünün ki film için yeni bir dünya yeni bir bitki örtüsü yeni bir gezegen yeni bir Tür ve yeni bir dil oluşturuyorsunuz. Bunların her detayıyla tek tek uğraşıyorsunuz. Ve bu Türü beyaz perdeye aktarırken tüm ayrıntılarına dikkat ediyorsunuz. Aynı zamanda bu türün ve bu gezegenin yaşadığı dramı politik bir mesaja öyle güzel bağlıyorsunuz Na'vileri insanlık tarihinde Kızılderililer dahil soy kırıma ve zulme uğramış topraklarından olmuş bir çok toplulukla benzerlikler taşıması işten bile değil. Veyahut "bu vahşilere barış ve medeniyet getireceğiz" adı altında gezegenin kaynaklarını sömüren emperyalist ülke(lere)de benzetebilirsiniz. Tabi ki Cameron'un bu göndermeleri Oscar'ın Akademi üyelerininde gözünden kaçmamış olacak ki cevabı yabıştırdılar kendilerince. Ortalama bir film olan ve yoğun amerikan askeri propagandası içeren Hurt Locker'a Oscar vererek pişkinliklerini korudular. Bir tarafta yıllardır insanlık tarihinde zulüm görmüş ülkelerin halkların ortalama bir özetini görsel efektlerle müthiş bir hikayeyle kurgulayan AVATAR öteki yanda daha ne amaçla yapıldığıyla ilgili spekülasyonların bitmediği ABD'nin Irak müdahalesinin tam ortasında yaşayan bir grup bomba imha askerinin "duygu dolu" hikayesi. Hadi canım sende.

Bu Karakter Bildiğin SAM AMCA olmuş
Bizlerde sinema takipçileri olarak Oscar'a cevabı yabıştırmaktan imtina etmemeliyiz. Yani popüler diye tüm ünlüler kırmızı halıda salınıyor diye sinema eleştirmenlerinin ağzından düşmüyor diye ben dikkate almak zorundamıyım? Tabi ki değilim. Sen de değilsin, gel beni dinle ve bu popülist sevdadan vazgeç, hep beraber bu heykelciği hayatımızdan çıkaralım.

The Man From Earth ve Üst Kat Duyacak Korkusuyla Orgazm Çığlığı Atamamak


*Komple Spoiler İçerir*


Bu film benim için bir dönüm noktasıdır, hissettirdikleri açısından orgazm anını örnek vermek benim için en uygun benzetme olacaktır. Küçük bir evde ve bir odada geçen tamamiyle birbirinden farklı branşlarda ilgili bir çoğu uzmanlaşmış insanlardan oluşan bir topluluk düşünün. Bu insanlar uzun yıllardır arkadaşlar. Sizin yakın arkadaş grubunuz gibi hani, sevdiğiniz rengi, hayat duruşunuzu bilen, borç istediğinizde düşünmeden çıkarıp verecek kendi küçük komününüz yok mu hani aynı onun gibi. Hani bazen içinizden birisinin yeni sevgilisinin aranıza katılma partileri buluşmaları olur, bir süre sonra aranıza kaynayan sizden olan o hatun sonra manitasından ayrılıp gruptan başka biriyle çıkmaya başlar falan, hani bir tane gözlüklü ve şişman fakat bir o kadar da sempatik olan grubun enerji kaynağı ve birleştirici gücü hatun vardır, grubun güzel popolusu olur hani bir tane her ne kadar yakın arkadaşlarda olsanız yıllardır tanışıyorda olsanız 2 saniyede bir seks düşündüğü bilimsel olarak iddia edilen erkek erkinden olan tüm grup üyelerinin için için o popoya kayan gözlerini ara ara yakalamak mümkündür. O popoyu olağanlaştırma ve erkeğin uyarı almayacak kadar normalleştirme süreci sonrasında artık grup tamamiyle ayrılmaz unisex bir bütün halini alır. Herşeyi konuşup paylaşacak birer yol arkadaşı dert ortağı olmuşsunuzdur. 

-Ah nerede o eski iskandinav hatunları


Filmimizde böyle bir arkadaş grubunun benzer bir toplanma sekansını konu alıyor. Üniversitede prof. olan John Oldman'ın tüm arkadaşlarını toplayıp artık aralarından ayrılacağını ve bunun bir veda olduğunu, ölümsüz olduğunu ve ilk insandan beri bu gezegende yaşadığını itiraf etmesi, insanlık tarihindeki olayların hemen hepsinde rol aldığını örneklerle anlatmasıyla devam ediyor. Tabi bu Prof. bizim bildiğimiz büyük bir göbek taşıyan kibirlimi kibirli amcalardan farklı olarak daha fit ve alçakgönüllü bir adam. Öne sürdüğü iddialara karşı alanında uzman arkadaşları tarafından yöneltilen sorular ve tarihte yolculuk edasıyla verdiği cevaplarla birlikte yavaş yavaş odadaki tüm insanların ona inanmaya başlaması ve sonunda elindeki en büyük kanıtı tokat gibi vurarak herkesi şok edecek bir finalle yola çıkmasıyla film son buluyor. 
Film tarz itibariyle hiçbir aksiyon içermiyor ve tek mekanda çekilen filmler kategorisinde ele alınıyor. Ancak itiraf edeyim izlerken akıp giden o diyaloglara insan öylesine kapılıyor soru cevaplar sizi öylesine odanın içine çekiyor ki, bende yaşattığı heyecan holivud aksiyon filmlerinden çok çok farklı ve değişikti.

İzlenmesi gereken filmler listenize mutlaka ekleyiniz.

Kabus 22 ye Son Görev

Kahhar !

Yıl 2006, eskiden beri oyunlarla ve oyun piyasasıyla içli dışlı olan bir gamer olarak yerli oyunlara bakış açım o yıllardan bu yana çok değişmedi. Bu bakış açısı ki haklı olarak burun kıvırmanın ötesine malesef hala geçemedi. Neden derseniz işin içine yatırımcı yetersizliği girer, memlekette yetişen programcıların oyun sektörüne ve oyun dünyasına ticari kaygının ötesinde bakamaması girer ki kendilerince haklılar da. Günümüz popüler oyunlarının Cast'ına Credits'e tıklayıp baktığınızda akıp giden isimleri görünce film seti mi kurmuşlar acaba şaşkınlığını sektörü bilmeden yaşamanız mümkün.  

Gönül istiyor ki bizim adamlar ekibini kursun paraları da çok olsun boş zamanları da bol hiçbir maddi kaygı gütmeden senaryosuyla karakterleriyle kendisine has sıfırdan güzel güzel RPG'ler yapsınlar, Yunan mitolojisi olmayıversin, Minotaur, Ejderha olmayıversin Dede Korkut olsun mesela ne bileyim, bu toprağın destanları hikayeleri quest olarak karşımıza çıksın fena mı olur. 

War, War Never Changes
Şimdi konuya hakim olanlar diyecekler ki "o oyunlar öyle 2-3 kişiyle olmuyor bir oyun motorunu yapmak bazen yıllar alıyor ve yıllar içerisinde de sürekli güncelleniyor" diyecekler. Her ne kadar öyle de olsa yatırım sıkıntısı başta olmak üzere maddi kaygılar da desek bizim hayalgücümüz kısıtlı şahsi kanaatim. Yani sürrealist akımdan çok etkilenmemişiz gibi sanki, Adamlar yıllardır Mitolojilerini kurgulaya kurgulaya bitiremediler, 7den 77'ye memlekette Zeus'u Herkül'ü tanımayan kalmadı, Amon Ra'yı bilmeyene kız vermiyorlar Tolkien'e saygı duruşunda bulunan binler bulabilirim, Gothic 1-2-3  ayakta alkışlarım, Elder Scrolls dünyasının yaratıcılarına akşama kadar çay kahve servisi yaparım. Çünkü böylesi bir hayalgücü ve böylesine düşündüğünü hayata geçirebilme çabası taktire şayan. Seslendirmesinden karakter detaylarına, atmosferine, mekanlara kadar her parçasıyla tamamiyle sanat eseri diyebileceğim bir çok oyun sayabilirim size şimdi burada. 
Fallout'u bilen bilir. Günümüz teknolojisine göre ilk Fallout 2d görselleriyle çok geride bir yapım. Fakat ben sana şu an o oyunu açıp daha önce defalarca bitirmesine rağmen yine bitirmek için günlerini verecek yüzlerce adam bulabilirim. Şu an bu yazıyı okuyup bir anlık hevesle Fallout dünyasına girecek çok insan tanıyorum veya tanıyordum. Böylesi Kült oyunların yeni teknolojiyle harmanlanarak duruşunu bozmadan geliştiğini varsayarsak nostaljisini yaşamak biraz daha sancılı oluyor. Belki yeni fallout çıkmasaydı daha uzun yıllar o 2d oyunu pişirip pişirip yerdik biz. 
Günümüz oyun sektörünün geldiği nokta ortada, görsel olarak bir hayli yol katetti sektör tabi ekran kartı üreticileriyle birlikte oyun sektörüde büyük baskı altında ki yeni yeni kartlar ve bunlara uygun oyunlar sürekli güncel bir pazar oluşsun.


Gelelim işin öbür tarafına yani "talep". Türkiye'de bilgisayar oyunu denince akla Need for Speed gelir Counter Strike gelir PES gelir veyahut MMORPG dediğimiz KO tarzı oyunlar gelir. Bu oyunlar yeni başlayanlar için uygun da olsa zamanla kendisini oyun dünyasında yetiştirmek isteyen gerçek bir oyuncunun farklı tarzlarıda denemesi ve yıllar içerisinde kendi tarzını bulması gerekir. Bu biraz hobisini uğraşını artık adına ne derseniz deyin ciddiye almak ve araştırmakla alakalı bence. 

Oyuncu bir koleksiyoncu gibi kendi kültlerini kendi oyunlarını biriktirir zaman zaman yükler nostalji yaşar tozlarını alır onları sever. Tarzını sevdiği bir firma olur. Çünkü her oyun firmasının programcıları kullandığı motorlarla oluşan bir profili oluyor. Şimdi yakından takip edemiyorum ancak geçmişteki izlenimlerinden örnek vermek gerekirse EA çocuk oyunu piyasa oyunu yapan Gore'u çok fazla kullanmayan konuları derinlemesine işlemeyen NFS ile liselileri esir alan NBA serileriyle 2K ile tanışana kadar yıllarımızı 2 farklı smaç yapacağız diye heder eden bir firma ancak şimdi baksan sektörün en güçlülerinden. THQ gore a daha hakim ismini hatırlayamadığım bir çok oyunda adı geçen sevdiğim bir firmaydı. Midway var kol bacak koparan oyunların şahı şahbazı mesela. Tabi bu firmaları yazıyorum bunların içerisinde birde yapımcı-dağıtımcı ayrımı oluyor o kadar derinine inip biyografilerini çıkarmak niyetinde değilim.

Peki günümüz Türkiye'sinde oyun denince akla gelen isimlerden bir sosyal tespit yapılabilir mi? Şahı şahbazı yapılır desem? PES NFS denince 7 den 70'e hitap eden bu oyunların futbol ve otomobil temalı olması şaşırtıcı değil. PES'de ustalık nişanını almış bir oyuncunun ben oyuncuyum diye karşıma çıkması benim gibi senin gibi oyunlara yıllarını mesailerini vermiş, ingilizceyi zorla sökmüş koca koca adamlara hakaret değil de nedir? Oynadığı oyunun sinematiklerini geçen adamdan oyuncu olur mu? Şifre ile trainer ile konsol kodu ile oyunun tüm atmosferini mundar edip tüm şehri yerle bir ettikten sonra apartmanın çatısından halka ateş açan, helikopter avlayan çocuğun öfkesi kimedir?

Birçok MMORPG'de Türkiye'nin banlanmasının altında yatan neden ne? Birçok pro oyuncu neden yabancı serverlarda oynamayı tercih ediyor? Rus hatun düşürmek için mi?

İşte tüm bu soruların cevaplarını oturup tartışın ortaya koca koca toplumsal travmalar sosyal tespitler çıkartırsınız siz bile şaşırır kalırsınız.

Bu yazdıklarımdan oyuncuyum diyen adam 3 dil bilmeli iyi sevişmeli mesajı çıkarmayın lütfen. 20 yaşın üzerinde olup hala oyun dünyasıyla ve oyunlarla ilgili insanların oyun başında geçirdiği zamanı hor gören küçümseyen kitleye bir mesaj kaygısıyla yazdım hepsini.


Sevgiliniz, eşiniz veya çocuğunuz oyunlarla ilgileniyorsa emin olun çok zengin bir hayalgücü ve empati yeteneğiyle donatılmış bir ruh taşıyordur. Tabi oynadığı oyunlar bu tespitte büyük önem taşıyor. Ruhu olan oyunlardan bahsediyorum ben. Akşama adar slot keserek silaha +9 basmak tılsım basmak bu da bir tercih ve çabadır fakat yıllar içerisinde rpg-adventure seviyesine ulaşıp skyrim'le yılların nostaljik tekrar sürecini kenara atmışlardan bahsediyorum. Single Player'dan bahsediyorum, Sandbox değil, Online Serverlar değil. Artık tüm oyunlar Multiplayer destekli çıkıyorlar, bunun altında yatanlar oyuncuların taleplerinin yanı sıra yine ticari kaygılar. Single Player bir oyun için uzun mesailer harcayıp örneğin yine güncel olduğu için; Elder Scrolls SKYRIM gibi bir sanat eseri ortaya koymak firmaların işine artık çok gelmiyor. Hatta kendisine oyuncuyum diyenlerin single player bir oyun için neden bu kadar detay yazdığını bile okumuşluğum var ki şaka gibiler. 

RPG dünyası için bu multiplayer olayının büyük bir engel teşkil ettiğini kendimce ifade etmek istiyorum. İlerleyen zamanlarda bu iş tamamiyle Counter Strikevari bir sürece girecek gibi gözüküyor. Bu herkesin işine geliyor, hem eğlencelik hem sosyallik hem yapımcılar için çok daha az hayalgücü ve emek. Oynadığı oyunu senaryosundan, diyaloglarına, atmosferine kadar herşeyiyle özümseyen oyuncular için RPG dediğin single olur. Eğlenilecek oyun evlenilecek oyun ayrımı gün geçtikçe kaybolmakta ve firmaları bu kolaylığa sürükleyen bizzat dünyada ki oyuncu nüfusunun kendisi.
Tüm bu veryansınlardan sonra gelelim esas konumuza evet Kabus 22'den bahsediyorum. Hani şu bir çoğunuzun hiç hatırlamadığı hatta belkide tanışmadığı Resident Evil çakması damgası vurup hor gören yüzeysel oyun eleştirmenleri tarafından hiç anılmayan oyun. Tabi bu kadar kötülendiğinden bahsediyoruz bir de aldığı ödüller var, yurt dışında satışı yapılan ilk Türki Oyun olma özelliğinin yanı sıra. Benim için özel olmasının nedeni ne aldığı ödüller ne de çıktığı yılda oyun dergilerinin kapaklarını süslemesiydi. Beni içine çeken atmosferi ve "bizden" unsurlarla bezenmiş mekanları, karakterleriydi. iki farklı karakterle tamamen farklı oyun teknikleriyle oynayabilmek de beni cezbeden diğer özelliğiydi o yıllara göre. Kız kulesini tamamen keşfetmemi sağladı mesela. Hiç gitmediğim halde her köşesini biliyorum kız kulesinin. Şimdi gitsem kaybolmam yani o kadar. Ya tuvaletlerde gezen o iyi saatte olsunlara ne demeli, nasıl çarparlardı öyle be, ürperdim yine bak. 
Pusu hayal kırıklığından sonra Kabus 22 beni bir hayli etkilemişti. Dini unsurlarla donelerle bezenmiş yaratık isimleri ve yaratıklarda bunda etkiliydi tabi. Dönemi için eleştireceğim tek ve belkide atmosferini bile bozan eksik seslendirmeleriydi. Ah be ablacım hiç pratik yapmadınmı sen kayıttan önce kitap mı okuyorsun seminer mi veriyorsun, kapının ardında yaratık var insan ölüleri falan var ancak sende o heyecan yok sanki evde kahveni yudumluyorsun devirip uzanmışsın gibi hiç his yok hiç.

Web sitesi bir ara kapalıydı. Şimdi baktım açılmış, yapımcıların yeni projeler üzerinde çalıştığı cümlesini yıllardır okuyorum sitede duruyor. Umarım aslı astarı vardır. Tahminim ise daha farklı, umdukları gibi bir getirisi olmadığını görerek el çektiler veyahut sektör değiştirdiler sanıyorum. Yolları açık olsun ne diyeyim.  Şuan 30lu yaşlarda olan bir adam olarak kendilerine Kabus 22  için teşekkür etmek istiyorum.

Sigara Zammıyla Ortaya Çıkan 

Hint Kurnazı Esnaf Profili

 

Yıllardır süregelen zam dönemlerini toplum olarak artık olağanlaştırdığımız şu günlerde nacizane bir tespitimi paylaşmak istiyorum. Artık öyle günlerdeyiz ki bozacının şahide ihtiyacı kalmadı. zamları eleştirdiğiniz her ortamda kalkanıyla bitiveren karnı tokların Holivud filmlerinin mahkeme sahnelerindeki cool avukatı edasıyla ekonomi mastırını bitirip size yönelttiği soru ve eleştiriler karşısında kabullenip yüzünüzü düşürüp uzaklaşmak zorunda kalıyorsunuz.

İşte bu atmosferde yıllardır değişmeyen bu kalkanlı cevvallerle birlikte birde hint kurnazı esnaflar vardır. Bunlar her zam dönemini önceden haber alarak sigaraları karton karton saklarlar. Gelen velinimetede cevap olarak "zam gelecekmiş sigara göndermiyorlar" derler. Bu süreç zam gelene kadar sürer, hatta bazen çok uzar, sigaranızı o süreçte değiştirmek zorunda kalırsınız çünkü bulamazsınız. Bu kadarla kalsa yine iyi dediğinizi duyar gibiyim. Spekülasyonların ayyuka çıktığı bu süreçte ara ara esnaf kardeşimiz kurnazlık yapıp artık kime yedirirse "zam geldi" adı altında yüksek fiyatla sigaraları satar. Gerçekten zam gelene ve gerçek olduğundan emin olunana kadar sattığı yanına kardır, harammış helalmiş veyahut etik ticaretmiş bunların lugatında yazmaz. Zam sürecindeki spekülatif haberler sırasında paket başına alacağı 50 kuruşu katlama derdine düşen ehli müslimin kazancı cebine girdikten sonra sigaraya zam süreci tamamlanmış olur. Sorgulasanız cevabı da hazır "öyle duyduk". Sanki Zam denilen şey kulaktan kulağa yayılarak duyuruluyor.

Devrim Arabalarıyla Gelen Entel Köy Efe Köye Karşı ve Köy Enstitüleri

Yıl 1990 7-8 yaşında falanım, rahmetli dedemin bir komşusu vardı, Galip Amca. Dedeme gittiğimiz bir akşam bizi yemeğe davet etti Galip amca. Gittik. Sofradaki gerilim ve eşinin galip amcaya olan anlamadığım kızgınlığını hissetmiştim. Sanki birşey olmasına gerek yoktu eşi Galip amcaya mütemadiyen bir hayat tercihi olarak kızgın gibiydi. Odanın köşesinde duran ud'a gözüm ilişti. İlgimi farkeden Galip amca "evlat sen birşeyler çalıyormusun" diye sordu. "Hayır, bunu sizmi çalıyorsunuz" dedim. Eşi kendi kendisine konuşurcasına yakındı "alacak yine eline sofra başında" diye. Dedem bunu duydu ve gülümsedi. Galip amcanın yüzü hiç değişmedi, sanki aynı kelimeyi defalarca duymuş ve kanıksamış gibiydi.

Yemekleri yedikten sonra aldı udu eline çaldı Galip amca. Çok hoşuma gitmişti bu müzik ziyafeti. Eşi Mutfağa gitmiş dinlemek istememişti. 

Aradan onca yıl geçtikten sonra dedeyle yenen onlarca yemeği unuttum fakat o akşamı hiç unutmadım nedense. Yıllar sonra bir gün dedeme sordum o akşamı ve Galip amcayı. Dedem tebessüm ederek anlatmaya başladı;

Galip amca eski tüfeklerdenmiş. Eşiyle genç yaşta evlendikten sonra köy enstitülerinden birisinde bir süre eğitim almış, dedem "okumadığı kitap yoktu çok okurdu" dedi Galip amca için. Ayrıntısını bilmiyorum sonra köye dönmüş Galip amca. "Yeni adet çıkarma" demişler, "böyle gelmiş böyle gider" demişler dışlamışlar Galip amcayı. Eşiyle ilişkiside bozulmuş yıllar içinde ailede dışlanan uyumsuz muhalif istenilmeyen bir adam olmuş çıkmış. Tabi bu tepkilerden sonra yıllar içinde öfkeli bir adam olmuş Galip amca, "dolu bardak daha fazlasını ne yapsın ortada bir çeşme var tüm bardaklar doldukça oraya dökülüyor çeşme doluyor doldukça bereketleniyor herkes faydalanıyor ama bizim insanımızı yalaktan su içmeye alıştırmış bu efendiler, Galip, bardağı dökecek çeşme bulamamış zamanla da herkesin bardağını boş görür olmuş işte böyle" dedi.

Devrim Arabaları ve Entel Köy Efe Köye Karşı adlı filmleri izlemeyenler varsa şiddetle tavsiye ediyorum. Yani şiddet uygulayacak kadar olmuşum artık siz düşünün. Daha geçen gün "TV de ilk Kez" adı altında ulusal bir kanalda yayınladılar Entel Köy Efe Köye Karşı adlı filmi. Yapım yılı 2011 idi. 

Devrim Arabaları günümüzde sayıları çok fazla olan "milli duygular ve milliyetçilik" şiarıyla hareket ettiğini sanarak emperyalizmin kucağında ABD'nin arka bahçesi olan bu topraklarda at gözlüğüyle biat ederek  yaşayanlara güzel bir mesaj niteliğinde bence. Eline bayrak ver ama iç işlerini ve iş gücünü sonuna kadar kullan ve yönet mantığıyla hareket eden birkaç Ülkenin hemen hemen tüm ülkeler üzerinde oynadığı politik ve ekonomik oyunlar hepinizin malumu.  Türkiye'de bu arka bahçelerden birisi. Daha o yıllardan stratejistlerin ülkeler coğrafyası ve toplumsal hassasiyetleri, kültürleri ve yaşamsal değerleri üzerine çalışmaya başlayarak farklı paketlerle ihtiyacı olan pazarı nasıl yaratacağının düzenini kurduğunu Devrim Arabaları'nda ucundan kıyısından görmek mümkün.

Şimdi yine kolaya kaçıp insanların cahilliğinden ve kolay yönlendirilir olmasından yola çıkıp öfke kusmayacağım. Ben yaşadığım toplumda bir "öteki" olmayı kendim tercih ettim veya bu bir tercih değildi belki süreç sizi buna itiyor. Çünkü farkındalıkla harmanlanmış tecrübelerle büyümüş insanların "muhalif" "aktivist" olması kadar doğal bir duruş olmadığını düşünüyorum. "Körü körüne" hayatlarla çevreli "ya sev ya terket" inadını hala koruyan insanlarla dolu bu coğrafyanın tüm bunların aksine dünyadaki en hoşgörülü en içten ve en "saf" gönüllerede ev sahipliği yaptığını biliyorum çünkü. Tüm bu kozmopolit yapıyı görmek ve kanıksamak işin kolay kısmı. 

Gelelim Devrim Arabaları ve Öfkemi tüm içtenliğimle kusmak istediğim güruh kısmına. Filmde ara ara gördüğümüz  bu simaların hepsi gerçekte varlar, farklı konumlarda farklı şehirlerdeler ama hep var oldular aramızda oldular. Ve o yıllarda ülkenin tüm talihini etkileyecek bir dönüşüme ve esarete nasıl destek verdiklerinin farkında değillerdi belki. İşte o güruhun tek yaşama varolma ve hayat amacı "PARA" ve "GÜÇ" idi. Ve bu zenginliğe ulaşmak için herşeyi kullandılar. Milli duygular, toplumsal hassasiyetler devrim arabaları ve ona benzer onlarca kırılma noktası yaşanmış olmalı ülkede.

Daha öncesinden başlayarak, devrim arabaları ve benzer onlarca kırılma noktasıyla birlikte toplum büyük bir değişimin içerisine sürüklendi. O toprak kokan analar, nasırlı elleriyle hasat yapan dedeler, süt kokan kırmızı yüzlü cocuklar geçmişte kaldı. Emperyalizm ve Kapitalizm Sürratle topluma nüfus etmeye başladı. Halk savaştan çıkmıştı yorgundu, yeni toparlanıyordu belki. Tüm sahte ışıklara koşarak gidiyordu gittide. 

Günümüze kadar süren bu değişim şu an son halini almış durumda. İşte burada da Entel Köy Efe Köye Karşı giriyor devreye. Tarımın ve hayvancılığın en büyük geçim kaynağı olduğu bu topraklarda büyük göçlerle birlikte köylünün varolma çabası şehir ışıklarına kaydı. Ucuz ve biata uygun yani gözü açılmamış işçi arayanlar yaşadı tabi. Köyler kendisini yenileyemediği için gençler için cazibesini yitirdi. "Eski köye yeni adet" getirtmeyen o kepli amcalar Bastı suni gübreyi ilacı bastı ithal tohumları doğal olmayan ne varsa karıştırdı toprağına. Sonra gördü ki bu tohumların genetiğiyle oynanmış sadece 1 kere ürün veriyor, her sene yeniden alacaksın çünkü emperyalizm böyle emrediyor. Köylerden gitti o karpuz kokusu yeşil kokusu. Kahveler doldu taştı. Gazeteler ajansların yerini okey, kağıt, başlık parası aldı. Ne okuyorsa ne görüyorsa ona inanan subjektif milyonlarca oy potansiyeli yıllar içerisinde çok güzel hazırlandı. Şimdi bile gidin tarımla uğraşan bir amcaya şikayetini sorun ilk söyleyeceği Ziraat'in sattığı ürüne bu sene çok az fiyat biçtiği olacaktır. Çünkü tüm toplum tek birşey için kodlandı yıllar yılı. PARA PARA ve PARA. 

Bu arada kalmışlık apaçileri doğurdu. Sonsuz saygı duyduğum ve imrendiğim tek insan komünü olan Kızılderilileri bu işe karıştırmayı ben istemedim fakat popüler kültür ne diyeyim. Apaçiler işte bu duygulardan arınmış içtenliğini yitirmiş tamamiyle hunhar mantıkla topluma işlemiş olan ayrıştırmanın ve sınıf karmaşasının sadece bir sonucudur. Biat eden efendici neslinden farklı olarak onlar yıllar yılı bu kandırılmışlığın ezilmişliğin birer canlı dışavurumudur. Acılanmayı hiçbir zaman bırakmadılar fakat sınıf atlamakta istiyorlardı bu alışılagelmiş düzende farklılık istiyorlardı, Galip amcanın yıllar önce verdiği mücadeleye benziyor birazcık. Tıpkı Almancıların çocukları gibi, bakın o çocuklara çoğu çalışmıyor okulu asıyor veya hiç gitmemiş, kendilerine has tarzları giyimleri var, boşvermişliğin ve boşluğun temel aldığı bir isyan halide onlarda vücut bulmuş aynı apaçilerde olduğu gibi fakat düşünsel olgunluk ve farkındalık yok.  Geçmiş nesilleri gibi "kabullenme" onlardada hakim bir takım toplumsal hassasiyetlerle kültürdür ananedir inançlardır onlarında zihni bulanmış ve düşünsel gelişimleri doğdukları günden itibaren ailesi çevresi desteğiyle kısıtlanmış fakat bünyeleri bunu kabul etmemiş doğaları isyan ediyor

Şimdi efendiler, istedikleri gibi yetiştirdikleri kolay yönlendirilen, düşünmeyen ve sorgulamayan idealizmi hor gören bu kalabalıklara bakıp eserleriyle gurur duyuyor olmalılar.

23 Ocak 2014 Perşembe

Total Recall 2012 ve Zihnimi Kurcalayan Çözümsüzlükleri


Ülkemizde Gerçeğe Çağrı adıyla 1990 senesinde gösterime giren Total Recall'un Arnold Schwarzenegger'e kazandırdığı ünün yanısıra çekildiği yıllarda Bilim Kurgu ve Gelecekte Dünya Temasını işleyişi ve senaryosuyla her zaman ayrı bir yerde görmüş benim gibi büyük bir kitle olduğuna eminim. İşte çekildiği yıllarda Arnold'a rağmen böylesi bir iz bırakmış Total Recall'in yenisi çekilmiş. Yeni film eski filmin senaryosuna büyük ölçüde bağlı kalsa da bana göre çok büyük detaylı değişiklikler de yapılmış. İlk Total Recall'un Mars'da geçtiği Mars atmosferini ve oksijenin önemini hepimiz hatırlarız. Hatta Arnold ve ekürisinin Mars atmosferine maskesiz düşmesiyle basınca maruz kalarak yüzlerinde oluşan tepkimeler hala gözümün önündedir.
 
 Yeni filmde Mars tamamiyle senaryodan çıkarılarak farklı bir kurgu oluşturulmuş. Fakat şahsi kanaatim yeni kurguda gayet güzel farklı ve dokunaklı. Teknolojinin bütün nimetlerinden yararlanan yeni filmde oyuncu seçimlerini Douglas Quaid'i canlandıran Colin Farrell dışında ben iyi buldum. Ancak tüm film boyunca Colin Farrell'a bir türlü alışamadım hep bir eyretilik bir yerde yanlışlık var hissine kapıldım. Bunun nedeni olarak kendisini gördüm lütfen bana kızmasın. 90'ların sarışın cazibesi Sharon Stone'un yerine ise şahsen  hastası olduğum Underworld Serilerinden hatırladığım Kate Beckinsale oynamakta.  O değişik ingilizce aksanı yokmu beni bitiriyor. Bana mı değişik geliyor sadece bu hatunun kelime vurguları ses tonu?

Kate Beckinsale
Gelelim filmin zihnimi kurcalayan çözümsüzlüklerine 

*Spoiler İçerir* 

  Douglas'a Rekall'da anı yükleme işlemi başlamadan önce bir iğne yapılıyor, bu iğnenin yapıldığı bölgeye bir dövme konduruyorlar. Bu dövme aynı zamanda Douglas'ın gerçek dünya ile sipariş anıları arasında bir simge, gerçekliği sorgulatan Rekall çalışanıyla diyalogları dikkatle dinlediğinizde "gerçeklik" dediğimizin tam anlamıyla ne olduğunu tekrar gözden geçirdim. Matrix'in "whats the real" repliğini hatırladım bir an. Günümüz teknolojisiyle bile hala çözülemeyen sırlarla dolu bir organ beynimiz.  
% olarak çok farklı rakamlar okusamda hepsi aynı noktada birleşiyor. Beynimizin yüzde% olarak çok küçüm bir kısmını kullandığımız bilimsel olarak tespit edilmiş bir gerçek. Tüm duyu organlarımızla edindiklerimizin yorumlandığı bu organın rüyalarımızla olan bağı beni hep etkilemiştir. Parapsikolojiye olan ilgimde bunu körüklemiştir. 

  Peki madem küçük bir yüzdesini kullanıyoruz kalanı neden var? Diğer yüzde ne işe yarıyor? Doğanın ekosistemin muhteşem bir döngüye ilahi bir dengeye sahip olduğunu gözlemlemeyen yoktur. Bu düzende hiçbirşey amaçsız veya "bağ"sız değildir. Herşey birbiriyle bir şekilde ilişkili ve bağ halinde, tüm bu enerji sürekli döngü sayesinde yenileniyor ve kırılma yaşamadan varolmaya devam ediyor. Tabi ki türümüz ve kendi sahte dünyası ilk insana göre bunun çok dışında bir düzenin içerisinde. Ancak yaradılışı gereği tüm bu bağları hissederek nefes alıyor, atalarından aldığı miras her jenerasyon biraz daha körelerek yitse de, doğanın bir parçası olduğunu ve kendi suni hayatının kendi suni değerlerinin ve kendi kurguladığı şehirlerinin ona hiçbir zaman mutluluk vermediği vermeyeceği önümüzdeki yıllarda daha aşikar bir şekilde ortaya çıkacak. 

  Konuyu dağıtma amacımı törpüleyerek filme dönersek eğer, filmin son sahnesinde Douglas bu dövmenin olmadığını farkediyor ve şaşırıyor, yüzünde "lan hayal mayal alter egomun kadını karşımda aşkla bana bakıyor Koca Koloniyi kurtarmışım gerisi hikaye" bakışı var ki bence o bakış için bir hayli çalışmışlar. 
Bir iddiaya göre Douglas Sandalyede kalıyor ve gerçek dünyaya dönemiyor, film boyunca ara ara sahnelerle bu döndürme çabaları vurgulanıyor, ancak onu monoton ve sorgulamayan gerçek hayatına döndüremiyorlar. 
Diğer bir iddiaya göre koluna yaptıkları geçici veya silinebilir bir dövmeydi ve tüm o aksiyondan sonra silindi gitti. Peki öyle bile olsa neden filmin son sahnesinde yönetmen o dövmenin yokluğunu vurgulamak istedi? İlk Total Recall'da teri görmüştük sonuca varmıştık gerçek dünya alından akıp giden bir damla ter damlası "emeğin" sembolu o ter damlası tüm gerçeklik algımızı sonuçlandırmıştı. Peki bu nedir? Burada bilerek bir sonuçsuzlukla filmi bitirmek veya şimdi oturup yaptığım gibi "izleyiciye bırakmak" ne kadar anlaşılır? Yönetmen tüm bu holivud soslu aksiyonun içerisinden filmin özünü ortaya tokat gibi bir sonuçsuzlukla vurarak "Gerçeklik" dediğimizi bize sorgulatmak istiyor olmasın? "Alın çıkın işin içinden bakalım, bu kadar aksiyon yeter birazda felsefesine odaklanın beyniniz çalışsın" demek istemiş olabilir mi? Bilemedim.